A Few Of The Selected Works




Yeni Yazılar




Sirke
Haleti Ruhiyeler Oldu Sana Sirke
Herkesin ötesi berisi, yarası beresi farklı. Herkesin eğrisi doğrusu farklı, biliyorum ama bazı haller var ki; bu durumu eşitliyor. Büyük felaketler karşısında duyulan çaresizlikler mesela, ‘nefessizlikler’ veya bizi dan diye eşitliyor. Yağmurun, karın, çılgın soğuğun altında kafada eskimo tarzı kapüşonlu anoraklar, elde birbirinin gözünü oymaya yeminli şemsiyelerle koştururken görüntü olarak bir anda eşitlenen, al birini vur birine şeklinde birbirleriyle tokuşan, aynılığa indirgenen insanlar gibi, bazı çaresizlikler de kaşa, göze, söze, banka hesabındaki miktara falan bakmaksızın çat diye yan yana hizaya diziyor bizi. Türkiye’de yaşayan ve kafası az buçuk çalışan biz ve bizim gibileri ve bizim büyük çaresizliğimizi kastediyorum. Bu durum karşısında artık hepimiz fena halde eşitiz. Hiçbirimiz bir diğerinden daha güvende değiliz.
Patlayana Kadar Reçel Yemek İstemiyorum
Tamam hayat kısa. Ama bu, yüzyıllardır bildiğimiz bir şeydi. Güzel akıllara ve taşan ruhlara bir hayat yetmiyor, insan ömrü evrene kıyasla bir nokta kadar etmiyor, biliyoruz. Ama bunun bu kadar hatırlanmak zorunda kaldığı bir coğrafyada da yaşamak istemiyorum hacı ben ya. Hayat kısa diye koştura koştura reçel yemek istemiyorum. Hayat kısa ve her an bitebilir diye depresif bir coşkuyla deli deli işler yapmak istemiyorum. Kimsenin sınırlarını ihlal etmek, yarın ölebilirim diye bir gecede sekiz kilo dondurma yemek, okuduğundan bir halt anlamayacağına artık emin olduğum o adama sırf yarın ölmek var diye içimi döktüğüm, ‘son sözüm’ tarzı mesajlar atmak istemiyorum. Bugünlerin yarınları da olabilir çünkü bebişim. Büyük yazar Borges’in önerdiği gibi bezelye yerine patates kızartmasına gömülecek kadar her günümü son günümmüş gibi yaşamak da istemiyorum. Yani dayatılan şuursuz iyimserlik saçmalığına kapılıp; salak sepet hareketler yapmak istemiyorum. Muhakkak ki her günümün bir son olması ihtimal dahilinde ama bunu düşünüp durmak istemiyorum. Ölümü düşünerek yaşamak, ölümün her an zihnime bu denli hatırlatılmasını istemiyorum. Ölüm ile yaşam, bir arada var olabilen haller değil. Biri varsa biri yok. Birinin düşüncesi veya fazlalığı, diğerini azaltıyor. Biri ne kadar baskınsa diğeri o kadar silik kalıyor. İşte bu yüzdendir ki ölümü okuya okuya, yaşaya yaşaya yaşamayı unutan insanlar haline geldik. Çok alt bir sürümünü yaşıyoruz yaşamın.
Fena Bir Hadise Var
Biz, bu kıymeti derdine dönüşmüş, stratejik önemi başına dert olmuş ülkenin genç insanları olarak maalesef konuşmakla, sevişmekle, kalabalıklar arasında kahkaha atmakla, sokaklarda gitar çalıp şarap içmekle, hayal kurmakla ve üretmekle geçirebileceğimiz ve zaten geçirmemiz gereken zamanları, gerilim, küfür, huzursuzluk ve karamsarlık dalgasının içinde duvardan duvara çarparak harcıyoruz. Her günümüz ölümden korkarak, ondan sakınarak, sevdiklerimizi de sakınabildiğimizi sanarak geçiyor. Programlar yapamıyor, davet edildiğimiz yerlere gidip gidemeyeceğimizi bilmiyoruz. Çünkü her saniye bir patlama olabilir, bir milli felaket daha yaşanabilir ve her şey iptal olabilir. Moda haftaları, sergiler, açılışlar, bir araya gelişler, yani bir şehri yaşamla dolduran ne varsa her şey çizgi üstünde, yapabilir miyiz bilmiyoruz, çünkü ya biz öleceğiz ya birileri; ihtimaller fenalarda, işte onu çok
iyi biliyoruz.
Ruhumuz Sirke Gibi Oldu
Halet-i ruhiyemiz, sirkeye benziyor. Halet-i ruhiyemiz, asidik bir madde. Yakıyor. Hadi diyelim geçmiş dediğimiz bir toz, toz oldu uçtu geçmişin hepsi. Hadi diyelim, gelecek dediğimiz şey, zaten geldiğinde şimdiki zaman haline geçmiş oluyor, yani zaten gelecek diye bir zaman çekimi aslında yok; tamam. O zaman elde bir şimdi var, onu da anladım, beğenmesem de kabul; ama arkadaş, şimdiki zaman dediğimiz dilim, sadece korku, ‘ha gittik ha gidiyoruz’ ile geçerse o zaman bize gidecek başka bir zaman kalır mı? Kuantumda sırf bizim gibi ülkelerin çocukları mutlu olsun diye yeni bir zaman dilimi daha var mı? Oraya gidemezsek bitmeyen bir gerilim zamanında mı yaşayacağız? Buna can mı dayanır?
Yağ Kokusu
İnsan, yaşadığı yerden ayrı düşünülemiyor. Şimdi ofiste kaloriferler yanmasa ve çok üşüsen; kendini oradan ayrı düşünebilir, aman da hiç üşümüyorum diye etrafta don paça gezebilir misin? Bulunduğun yerle bir ilişkin var çünkü. Biz de bu ülkede yaşayan ve kısa hayatlarının payına bu vahşi bağnazlık düşen insanlar olarak; ülkenin halinden bağımsız değiliz. Yemek kokusu gibi üstümüze siniyor yaşanan her şey. Saçlarımız falan pis pis yağ kokuyor, sırf orada bulunduğumuz için.
Kelebeğe Bağlamak Zor
Teröre alışmayacağız diyorsunuz ya, bu da çok abes geliyor. Nah alışmayacaksın. Alıştın bile. Kalabalık saatlerde avm’lere gidebiliyor musun bebişim? Karakolların önünden korkusuzca geçebiliyor musun? Sen alt tarafı iç hatlardan uçağa binmek üzere havalimanına gittiğinde kapıda elinde kalaşnikoflarla bekleyen polisleri gördüğünde ‘hayat çok güzel, her şey çok güzel olacak’ falan deyip sevgi kelebeğine bağlayabiliyor musun? En son ne zaman Taksim’de dışarı çıktın? Politik bir yürüyüşe, bir protestoya katılmak aklından geçer mi? Çünkü teröre alışmak veya alışmamak gibi bir seçenek yok. Zaten dönen dolaplar global düzeyde o denli büyük ki; senin alışıp alışmaman bir kriter olmadığı gibi kimsenin de umurunda değil. Ne yapacağız bilmiyorum, ama bilmek isterdim. Çünkü ölmenin de bir raconu, bir manası olmalı. Hayat kadar ölümün de bir anlamı var. Yani, öyle olmalı. Hem ayrıca yeni bir senenin ilk yazısı da hiç böyle olmamalı. Olmamalıydı. Ama olmuştu.